28 Mar TO THE HAPPY FEW
Son yerine ‘Mutlu azınlığa’ diye bitiyordu kitap
ve bana çok ilginç gelmişti. 1996 yılında okumuştum Stendhal’in Parma Manastırı isimli Can Yayınlarından 1984 de yayınlanan romanını.
Sanki beynim arı peteği de her okuduğum kitap bir gözeneğe yerleşmiş durumda ve zaman zaman günışığına çıkma ihtiyacı duyuyorlar. Stendhal; 1783 yılında Fransa da Henri Marie Beyle adıyla dünyaya gelmiş, ailesi ona rahat bir yaşam süreceği olanaklar vermiş ve Napolyon döneminde de İtalya konsolusluğu gibi devlet görevlerinde çalışmış bir yazar. Yazmaya Napolyon’un düşüşünden sonra İtalya ya çekilerek Stendhal takma adıyla başlamış. Yaşadığı dönemde yazar olarak öylesine ilgi uyandırmamış olması bazılarımıza bügünkü dünya edebiyatındaki büyük yeri şaşırtıcı gelebilir. Her ne kadar döneminin en ünlü Fransız yazarı Balzac tarafından kitabını üç kere okuduğunu, elli yıldan bu yana yayımlanmış kitapların en güzeli diye onore edilse de pek çok eleştirmen Stendhal’i acımasızca eleştirmiştir. Yazara gösterilen gecikmiş ilginin başlıca nedeni, romantikler çağında bir realist olmasından kaynaklanabilir.
Stendhal, 1835 de kuzenine yazdığı mektupta ‘Benim gerçek işim, tavan arasında roman yazmak. Birtakım saçmalıklar yazmayı, 800 frank değerindeki işlemeli bir pelerin giymeye yeğliyorum’ diyerek sıkıldığı memuriyet yaşamına öykünmekte ve ilk romanı Kızıl ile Kara dan sonra yeni bir roman yazma isteğiyle yanıp tutuşmaktaydı. 1838 de gerçekten de Rue Caumartin’deki evinin tavan arasında çalışmaya başlayıp, günde ortalama yirmidört sayfa gibi inanılmaz bir hızla yazarak 50 günde Parma Manastırı’nın ilk kopyasını ortaya çıkarmıştır. Sonradan yayımcısının isteğiyle bin küsur sayfadan altıyüz sayfalara düşülse de Stendhal romanın sonunun kısa kesilmesinden pişmanlık duymuştur.
İlk romanı Kızıl ile Kara ve Parma Manastırı arasında betimlemelerin az oluşu, kişilerin iç dünyaları ve düşüncelerinin uzun monologlar ile okuyucuya aktarılması gibi benzerlikler olmasına rağmen genel yapı olarak iki roman oldukça farklıdır.
Örneğin Kızıl ile Kara da romanın odak noktası kahramanın kişiliği iken, Parma Manastırı’nda kahramanın yazgısı rastlantısal olaylarla yönlendirilir ve kişiliğinin etkisi pek fazla görülmez.
Yine Kızıl ve Kara daki acımasızca toplumun eleştirilmesi, alay ve yergi Parma Manastırı’nda yok denecek kadar azdır.
Stendhal’in yarı Fransız yarı İtalyan kökenli bir genci incelemekteki eşsiz ustalığı, iklim ve ırk farklarının gerisindeki ortak insanlık özelliklerini algılamamızı sağlar ki bu bu yaşadığı çağ gözönüne alındığında önemli bir gözlemdir.
Son derece yalın bir tercüme olduğu için Sn. Samih Tiryakioğlu’na da bir okuyucu olarak teşekkür etmek isterim.
Zaman zaman kitap dağarcığımıza klasik romanları da alarak, daha farklı yazım tarzlarını görerek daha çok karşılaştırma yapabileceğimizi düşünüyorum. Ve Stendhal bence tanınması gereken bir kalem!
*Kitap okuyan mutlu azınlığa iyi okumalar*
Yorum Yapılmamış