17 Oca ‘’KİTAPLARIMI VERİP BABAMI ALMAK İSTERDİM’’
Bir çok edebiyat ödülüne layık görülen ilk kitabı;
Bir İntihar Efsanesi’ni on iki yıl çekmecesinde saklayıp gönderdiği yayın evlerinden çok karamsar diyerek reddedilen bir yazar David Vann.
Henüz 13 yaşındayken babasının ve daha sonraları da bazı akrabalarının intiharıyla ağır bir travma yaşayan yazarın çocukluğu da, önce babasının yalnızlığının bir çığlığı olan son çağrısına gitmemenin verdiği suçluluk daha sonra aynı şeyin başına gelmesinin bir kader olduğu sabit fikriyle oldukça zor geçmiş.
Yazmanın bir terapi gibi olduğunu düşünen yazar; çok kötü, çirkin hatta bir dönem utanılacak bir olaydan güzel bir şey yapma, her seferinde farklı kişiler farklı duygular ve farklı sonlar ile hikaye yaratma yolunu seçmiş.
David Vann kitaplarında kimi zaman babasını öldürüp kimi zaman yaşatarak kimi zaman vicdan azabına boğarak kimi zaman dertleşerek onu unutmayıp yaşattığını düşünüyor.
Değiştirme şansınız olsaydı geçmişi nasıl değiştirirdiniz sorusuna tüm içtenliğiyle ‘’ Kitaplarımı verip babamı geri almak isterdim.’’ şeklinde cevap veren yazar bir yandan da yaşadığımız trajedilerin bizi yok etmesine izin vermediğimiz takdirde hayatta ikinci bir şans elde ederiz diyebilmektedir.
Yazarın son olarak Can Yayınlarından çıkan Caribou Adası romanını okudum. Roman da iç içe geçmiş gerilimli ve karmaşık yaşamlar konu ediliyor. Kitaplarını yazarken; dünya bir sahne bende kendi benliğinden sıyrılmış izleyicisi oluyorum diyen yazarın hikayeleri sanırım babası ile yaşayamayadığı hayata bir gönderme oluyor.
Simgesel açıdan bir beraberliğin kurtarılması çabasını irdeleyen roman, fonda Alaska’nın haşin ama harika coğrafyasını yansıtırken, aşkı, acıyı, umudu ve umutsuzluğu yalın, akıcı bir dille anlatıyor. Romanın en çarpıcı tarafı ise şüphesiz öngörülemeyen ve büyük bir şaşkınlık yaratan finali şüphesiz!
Kitap ile ilgili fikir sahibi olabilmenizi en iyi kitaptaki anne figürü İrene’nin ilk ve son paragraftaki hislerinin sağlayacağını düşünerek aktarıyorum:
‘’ Annem gerçek değildi. Vakitsiz bir rüya, bir umuttu. Bir yerdi o. Burası gibi karlı ve soğuk. Bir nehrin yukarısındaki tepede ahşap bir ev. Bulutlu bir gün, binaların eskimiş beyaz boyası süzülmüş ışıkla her nasılsa daha parlak; ben okuldan eve geliyordum. On yaşımda, avludaki kirli kar öbekleri boyunca bir başıma yürüyor, o dar verandaya çıkıyordum. O sırada aklımdan neler geçtiğini, kim olduğumu ya da neler hissettiğimi hatırlayamıyorum. Hepsi yok oldu, silindi. Evimizin sokak kapısını açtım ve kirişe asılı annemle karşılaştım. Üzgünüm dedim ve geri geri yürüyüp kapıyı kapadım. Tekrar dışarıda verandadaydım.’’
……
‘’ Çıkış yoktu artık. Elleri bağlı, boynunda ilmek, kütüklerin üstünde dengede durmaya çalışıyordu. Sık ve derin nefesler alıyor, kalbi sıkışıyordu. Kan ve korku. Hayalini kurduğu gibi sükunet yoktu. Ya da huzur. Bunu yapmak istemedi. Her bir parçası bunun yanlış olduğunu söylüyordu. Ama adımını attı, havada asılı kaldı, ciğerinin derinliklerinden bir çığlık, bir savunma çığlığı koptu ve ilmek boynunu yakaladı, önce o kadar kuvvetli değildi ya, sonra dehşet bir ağırlıkla yakaladı ve tüm kasları çekildi, keskin bir acı duydu, nefesi kesildi, gırtlağı parçalandı ve en sonunda o soğuk, boş mekanda sallandı. Ellerini çekip kurtulmak için mücadele etse de sonunda kendini tuttu, artık kendini asla affetmeyecekti. Kapıdan girip bunları görecek olan kızı Rhoda’ydı. İrene bunu biliyordu artık. Ama daha önce neden görmemiş olduğunu bilmiyordu. Oyuna geldiğini hissetti. Ona yapılanın aynısını kızına yapıyordu…’’
* Bu kadar canlı hisettiren bir yazar ancak alkışlanır.*
Yorum Yapılmamış